28 Aralık 2010 Salı

BİTEN BİR İLİŞKİYE "HOŞÇAKAL" DİYEBİLMEK

AYRILIĞIN ARDINDAN YAŞANANLAR VE YAS SÜRECİ

Ayrılık ardından gelen yas süreci genellikle sevdiğimiz birini ya da birşeyi kaybettiğimizde yaşadiğimiz süreçle benzerlik gösterir. Ölümün ardından verdiğimiz tepkilerle ayrılık ardından verdiğimiz tepkiler bazı noktalarda birbirinden farklılık gösterse de (ayrılıklarda karşımızdakinin hayatta olduğunu ve tekrar onu görebileceğimizi bilsek dahi), yaşanan süreç aşağı yukarı aynıdır. Her birey yas sürecini farklı şekillerde yaşar ancak genel olarak baktığımızda hepimiz 5 ana aşamadan geçeriz. Elizabeth Kubler-Ross’in çalışmalarına göre yas sürecinin ilk evresi 5 asamadan oluşmakta ve kayıplar ardından bu süreci yaşamak hem durumla başa çıkabilmemiz, hem de ilişkiye bir kapanış yapabilmemiz açısından büyük önem taşımaktadır. Yas sürecinin ilk aşaması 5 adımdan oluşan kriz evresidir.

1) İnkar “Hayır, bu bana oluyor olamaz”

Yas sürecinin adımları, zaman zaman duruma bağlı olarak yer değiştirse de, sürecin başlangıcı çoğunlukla inkardir. İnkar ilişki içinde de yaşanabilen bir durumdur. İlişkide birşeylerin yolunda gitmediğini hissettiğimiz noktalarda da devreye giren, olan biteni inkar etme, yaşanılan durumu kabullenememe sürecidir. İlişkinin kötü gittiği zamanlarda bunun geçici bir dönem olduğunu düşünmek, problemlerin nedenleri sormamak veya üzerinde konuşmamak, sadece bekleyip geçmesini ummak, ilişki içinde yaşadığımız inkara örnektir. Aldatıldığından şüphelenen biri bunu karşısındakine sormuyor, ve bu konu hakkında konuşmak istemiyorsa, muhtemelen alacağı cevaptan korkmakta, ve bu cevaptan sonra ilişki durumuyla nasıl başa çıkacağını ya da ne yapacağını bilememektedir. Bu örnekte olduğu gibi inkar sadece ayrılık sürecinde değil, ilişkinin içinde de yaşanan bir durum olabilir.

İlişkimizin bittiğini kabul edememizin çeşitli nedenleri vardır. Bazen ilişkiler sıkıntılı zamanlardan geçer ve biraz zaman geçmeden, gerçekten bitip bitmedigini anlayamayabiliriz. Bazen de ilişkimizde bazı şeylerin değişmesi gerektigini itiraf etmekten korkar, bu nedenle problemleri olabildiğince görmezden gelmeye çalışırız.


Kişiler ilişkileri noktalandıktan sonra dahi bir süre inkar durumu devam ettirebilir. Bu çiftlerin halen konuştuğu ve işleri yoluna koymak icin çaba sarfettikleri ya da konuşmadıkları halde zihinlerinde partnerlerinin arayacaği ve ilişkinin yoluna gireceğiyle ilgili beklentileri içeren bir dönemdir. Yas süreci boyunca, özellikle eski partnerimizle iletişim halindeysek, inkar evresinden tekrar tekrar geçebiliriz. Yas sürecinin ilerleyen aşamalarında “inkar” durumu zaman zaman yaşanabilse de, en yoğun olarak ayrılığın ilk döneminde hissedilmektedir.


2) Öfke: “Neden ben?”

Bir ilişkinin bitimi ardından yasanan yas sürecini işleyebilmemiz, ve bununla baş edebilmemiz için, öfke döneminden geçmemiz ve bununla halleşebilmemiz önemlidir. Çoğu kişi kendilerine ya da başkalarına öfke duymaktan korktukları için, sürecin bu bölümünü yaşamayı reddeder. Öfkenizi yaşamayı engellemek, iyileşmenin önüne koyduğunuz bir taştır. Bu taşı kaldırmamak, hislerinizi sağlıklı bir şekilde tamamlayamamanıza ve hayatınıza devam edememenize yol açabilir. Bu nedenle, ayrılıkla ilgili hissettiğiniz öfkeyi (kendinize, partnerinize veya başkalarına) yaşayabilmeniz ve bunu açığa çıkarmanız, ayrılıkla ilgili yaşadığınız acıyı ve yıkımı atlatmanıza yardımcı olacaktır.


Eğer kime öfkeli olduğunuzu bilmiyorsanız, durup bunu düşünmek için kendinize izin verin. Partnerinize, ilişkinin içinde yolunda gitmeyen veya ondan yapmasın istediğiniz fakat onun yapmadığı şeyler için öfkeli olabilirsiniz. İlişki içinde yapmış olduğunuzu düşündüğünüz hatalar nedeniyle kendinize öfkeli olabilirsiniz. Hayata, evrene ya da Tanrı’ya, eskiden yaşadığınız güzel günlerin artık geride kaldığını düşündüğünüz için öfke duyabilirsiniz. Eski ilişkilerinize, ailenize, arkadaşlarınıza, ilişkinin bitiminde oynadıklarını düşündüğünüz herhangi bir rolden dolayı kızgın ya da kırgın olabilirsiniz.

Duyduğunuz bu öfke sizin icin ürkütücü bir his olabilir, fakat unutmamak gerekir ki bu doğal yas sürecinin bir parçasıdır, ve bu dönemin tamamlanması gerekmektedir. Önemli olan öfkeyi hissetmemek değil, bununla başa çıkabilmek icin güvenli ve akılcı yollar seçmektir. Öfkenizi kendinize ya da başkalarına zarar verici bir biçimde yaşamak, sizi daha da çıkmaza sokabilir. Öfkenizi ifade edebileceğiniz başka yollar bulmak (sanatla uğraşmak, günlük tutmak, öfkeli olduğunuz kişiye göndermeyeceğiniz mektuplar yazmak, bir terapistle görüşmek), bu duygunun size ve başkalarına zarar vermeden yaşanmasına izin verir. Unutmayın, bastırdığınız öfke birgün geri gelip sizi beklemediğiniz bir anda bulabilir.

3) Pazarlık Yapmak: “Eğer sen şunu yaparsan, ben de bunu yaparım”


Yas sürecinin bir diğer aşaması da pazarlık dönemidir. İlişkinin ardından, ilişkiyi geri kazanabilmek için partnerimizle, kendimizle ve hatta Tanrı’yla pazarlık yapma aşamasına geçeriz. Bu aşama genellikle yas sürecinin 3. asamasıdır, fakat inkar sürecinden cikmaya ve iliskimizi toplarlamaya çalışırken, öfke sürecinden önce de yaşanılabilir.


Bu aşamada bireyler, ilişkinin tekrar başlayabilmesi, ya da yaşadıkları acının dinmesi için çeşitli fedakarlıklar ve anlaşmalar yapmaya hazırdır. Mesela çiftler birbirlerinden uzak yaşıyorsa ve ilişki bu nedenle bitmişse, partnerler birbirlerine uzaktan ilişki yasamayı deneyebileceklerini söyleyebilirler. Bu süreçte partnerimize “eğer sen bunu yaparsan, ben de bunu yapabilirim ve bu ilişkiyi kurtarabiliriz”, ya da “senin rahatsız olduğun özelliklerimi değiştirerek daha iyi bir sevgili/eş olacağım” diyerek ilişkinin tekrar başlamasını sağlamaya çalışabiliriz.

Bazı durumlarda pazarlık yapmak ilişkinin kurtarılmasına da yardımcı olabilir. Bu süreçte, partnerimiz ve kendimizle uzlaşmaya varmak adına yapıcı çözümler bulabilir ve bunları uygulayabilirsek, ilişkiye yeniden daha sağlam bir şekilde başlayabiliriz. Fakat çoğu zaman bunun ilişkimizin bitimiyle yaşadığımız duygularla başa çıkma yollarımızdan biri olduğunu ve yas sürecinin bir adımını oluşturduğunu unutmamalıyız.

Depresyon: “Yaşananlar gerçek”

İnkar, öfke ve pazarlık süreçlerini yaşayıp, ilişkimizin bitmiş olduğunu kabullenmeye başladığımız noktada, yaşadığımız kayıpla ilgili kendimizi depresif, çaresiz, güçsüz ve üzgün hissetmeye baslarız. Bu dönemde bizi eski partnerimiz kadar mutlu edecek kimsenin hayatımıza giremeyeceğini, kimseyi onu sevdiğimiz kadar ve onu sevdiğimiz gibi sevemeyeceğimizi düşünürüz. O kişiyle birlikteyken yaşadığımız mutluluğu, yalnızken asla yakalayamayacağımızı, hayatımızın asla eskisi gibi olmayacağınız hissederiz.

Depresyon evresinde önemli olan şey kendimize iyi bakıyor olmamızdır. Bu süreçte duygusal olarak yıprandığımız için uykumuza, beslenmemize, egzersiz yapmaya ve sağlığımıza özen göstermeliyiz. Bu dönemde bize destek olacak aile bireylerine ve arkadaşlara ihtiyaç duyarız. Bizi seven ve bize değer veren kişilerle vakit geçirmek, bu süreçle daha rahat ve çabuk başa çıkabilmemize yardımcı olur. İçimizden gelmese dahi, kendimizi zorlamalı ve dikkatimizi ve enerjimizi ilgimizi çeken aktivitelere yönlendirmeliyiz. Arkadaşlarımızla dışarı çıkmak, spor yapmak, hobilerimize eğilmek, yürüyüşe çıkmak, bu süreçte kendimizi eve kapatmaktan ya da çevreyle ilişkimizi kesmekten çok daha fazla işe yarayacaktır.


Bütün bunları uygulasak bile, bu süreçte önemli olan şey duygularımızı kabullenebilmek, anlamak ve paylaşmaktır. Eğer ağlamamız gerekiyorsa ağlamalı, yaşadığımız üzüntüyü başkalarıyla paylaşmak istiyorsak paylaşmalıyız. Bu aşamanın ne kadar süreceğini, yaşadığımız üzüntünün ne zaman geçeceğini önceden kestiremeyiz. Ancak bildiğimiz ve unutmamamız gereken önemli birşey var: Üzüntü de bir duygudur ve hiçbir duygu sonsuza kadar aynı şiddetiyle kalamaz. Her duygunun etkinliği ve yoğunluğu zaman içinde azalarak kaybolur. Yaşadığınız depresyon ve üzüntü de sonsuza kadar sürmeyecektir. Tıpkı sonsuza kadar öfkeli kalamayacağınız gibi, sonsuza kadar üzgün de kalamazsınız. İlişkinin bitimine dair hissettiğimiz üzüntü ve depresyon da, diğer üç adımda olduğu gibi doğal yas sürecinin bir parçasıdır ve yaşanmasına izin verilmelidir.

5) Kabullenme: “Olan buydu”

Her ne kadar ilk ayrıldığımızda asla bu evreye gelebileceğimizi düşünmesek de, zaman içinde ayrılığı kabullendiğimiz ve hayatımıza devam edebildiğimiz bir dönem gelecektir. Yukarıda belirttiğimiz aşamalar arasında ne kadar gidip gelirsek gelelim, sonunda bu aşamalarla halleşip, kabullenme sürecine gececeğimiz bir zaman gelir. Kabullenme sürecinde ilişkiniz, partneriniz ve ilişkinin bitimiyle ilgili eskiden sizi öfkelendiren ya da üzen olaylar (eski partnerinizle veya onun arkadaşlarıyla karşılaşmak gibi) artık sizi etkilememeye başlar. Bu süreçte artık olanları değiştirmeye ve ilişkimizi geri kazanmaya çabalamaz, kendimizi ya da eski partnerimizi suçlamaktan vazgeçer, ve ayrılık durumunu kabullenmeye başlarız. Yaşananların geçmişte kaldığını idrak eder, her zorlu sürecin sonunda olduğunu gibi, bu bitişin ardından da öğrendigimiz birçok sey olduğunu, ve bunun bize kattıklarını anlamaya başlarız.

Ayrılık sürecinin başlarında her ne kadar “kabullenme” durumuna asla ulaşamayacağımızı düşünsek de, eğer yas sürecinin zorlu adımlarını geçebilir, ve yaşadığımız inkar, öfke, üzüntü, hayalkırıklığı gibi duyguları kabullenip, bunlarla basa çıkmayı öğrenirsek, kabullenme aşamasına gelip, yas sürecimizi sağlıklı bir şekilde tamamlayabiliriz.

Kriz evresini tamamladığımızda asıl önemli olan evreye adım atmış oluruz: İlişkiyi anıya dönüştürebilmek. Bunu yapabilmemiz için ayrılığın yasını yaşamalı, bu esnada bize destek olacak, hislerimizi paylaşacak aile bireyleri ve dostlarımızdan yardım almalı ve bunun sadece geçici bir dönem olduğuna inanmalıyız. Ayrılık ardından gelen depresyon, uyku bozuklukları, aşırı kilo kaybı ya da alımı, kaygı, üzüntü, öfke gibi durumlar 6 aydan daha süre devam ederse ve kişi kendine ya da başkasına zarar verici davranışlarda bulunursa, bu süreçle ilgili psikolojik destek alması önerilmektedir.

24 Aralık 2010 Cuma

AYRILIK TRAVMASI VE ARDINDAN GELEN YAS SÜRECİ

İnsanoğlu doğası gereği birşeylere bağlanma ihtiyacı taşır ve bu bağlandığı nesne veya kişilerden, aradaki bağın kuvvetine göre, kolay kolay vazgeçemeyebilir. Bağlanma duygumuzun gelişmesi bebeklik cağlarımıza uzanır. Bebeklik çağlarında, duygusal, fiziksel ve sosyal ihtiyaçlarımızı karşılayacak birinin olmaması durumunda, hayatta kalmamız ve sağlıklı bir şekilde büyüyebilmemiz mümkün değildir. Sahip olduğumuz hayatta kalma içgüdüsü, bizim birine ya da bir nesneye olan bağlanma ihtiyacımızın temelinde yatan etmendir. Bebekken annemize ya da bize bakan kişiye karşı geliştirdiğimiz bağlanma şekli, ileride arkadaşlarımıza, ve özellikle de romantik ilişki yaşadığımız kişiye olan bağlanma stilimize oldukça benzer. Bebekken ihtiyaçlarımızın karşılanması adına devamlı birine ihtiyaç duyduğumuz için, bu kişiden ayrılmak bizde belirli bir düzeyde “kaygı” yaratır. Bu olguya “ayrılma kaygısı” denir. Yaşımız ilerledikçe, annemizle ya da bize bakan kişiyle geliştirdiğimiz bu ilişki ya da ayrıldığımızda duyduğumuz kaygı düzeyi değişse de, içgüdüsel olarak hayatımızdaki birinden ya da birşeyden ayrılmak bizde belirli bir ölçüde “kaygı” ve “endişe” yaratır. Bu kaygının derecesi kaybettiğimiz ilişki, kişi ya da nesnenin bizim icin ne anlam ifade ettiğine, derinliğine, ne kadar süredir bizimle olduğuna ve hayatımızdaki önemine göre değişir.

İlişkinin bitimi ardından yaşanan süreç de tıpkı kaybettiğimiz diğer kişiler veya ölüm ardından yaşanan süreç gibi bir yas sürecidir. Birlikte olduğumuz kişinin hayatımızdan çıkmasının ardından yaşanan yas sürecini sağlıklı bir şekilde yaşamak ve bununla halleşebilmek, süreçten güçlenerek çıkabilmek adına büyük önem taşır. İlişkinin ardından yas süreci yaşamayan bireyler, ya ilişkilerine fazla sıkı bağlanan ya da hiç bağlanmayan kişilerdir. Her kayıp bizde farklı sürelerde ve yoğunlukta da olsa, kaçamayacağımız bir keder süreci yaratır. İlişkinin bitimiyle girilen süreçte de kendimize bu yas sürecini yaşamaya izin vermek, sağlıklı bir kapanış yapabilmemiz ve ayrılıktan güçlenerek çıkabilmemiz açısından önemlidir. İlişki bittiğinde, özellikle karşı taraf ilişkiyi noktalandırmaya karar verdiğinde, bilinçaltımızda kendimizi terkedilmiş, ihanete uğramış ve yalnız bırakılmış hissedebiliriz. Bu hisler ve ayrılık sürecimiz, önceden yaşadığımız ayrılıklar, terkedilişler ya da kayıplarla tetiklenebilir.

Ayrılık sürecinde yaşanan yas sürecini zorlaştıran veya sağlıklı bir şekilde yaşanmasını engelleyen çeşitli faktörler vardır:

1) Terkedilen kişinin duygusal yapısı
Daha önce birçok kayıp yaşamış, çocukluğunda ebeveynlerinden yeterince destek, ilgi ve şefkat görmemiş kişiler, ayrılıklarını daha yoğun ve zor yaşayabilir. Bu kişiler, ayrılığı kabullenme ve yas sürecini yaşama konusunda daha dirençli ve kaygılı olabilirler.

2) İlişkinin doğası
Partnerimize duygusal veya fiziksel olarak bağımlı olduğumuz ilişkilerde, ya da ilişkinin zihnimizde henüz yarım kalan ve tamamlanmamış olması durumunda, ayrığı kabullenmemiz ve üstesinden gelebilmemiz güçleşir.

3) Ayrılığın yaşandığı durum
Ani ya da kötü bir şekilde biten (aldatma, şiddet ya da bir anda sebep gösterilmeksizin noktalandırılan) bir ilişkinin ardından bu durumun üstesinden gelebilmek daha da güçleşebilir.

4) Yasın yaşanmasına ve ifade edilmesine karşı olan bir kültürün içinde yaşıyor olmak
Bazı kültürlerde yasın yaşanmasının ve bu süreçte ortaya çıkan öfke, keder, kaygı gibi duyguların gösterilmesinin zayıflık ya da uygunsuzluk olduğuna dair normlar ve inanışlar vardır. Bu kültürlerde kayıp yaşayan kişinin güçlü durmasına, kırıganlığını göstermemesine veya ağlamamasına dair beklentiler vardır. Bu durumda ilişki ardından yaşadığı duyguları gizlemesi gerektiğini düşünen kişiler, yas sürecini yaşamakta sıkıntı çekerler. Bu bastırma da kayıplarıyla sağlıklı bir şekilde halleşememelerine, ve bu ilişkinin onları ilerideki hayatlarında veya ilişkilerinde takip etmesine yol açabilir.

Her kaybın ardından keder yaşamak normaldir. Bu süreci inkar etmek ya da görmezden gelmek, kolunuzdaki açık bir yarayı görmezden gelmeye benzer. Nasıl ki vücudumuzdaki hastalıkları veya yaraları ihmal etmek onların daha da kötüleşmesine ve bize daha da acı vermesine yol açarsa, kaybı ihmal etmek de, ruhumuzdaki bir yarayı daha da kötü hale getirmekten başka bir işe yaramaz. Yaralarımızın iyileşme süreci yaramızın derinliğine, bağışıklık sistemimizin ne kadar güçlü olduğuna, iyileşmek adına olan inancımıza ve uyguladığımız tedaviye göre değişiklik gösteriyorsa, ayrılıklar ardından yaşadığımız yas ve iyileşme sürecimiz de duygusal ve psikolojik anlamda ne kadar güçlü olduğumuza, yaşadığımız ilişkinin derinliği ve bizim için olan anlamına, yas sürecini nasıl yaşadığımız ve kendimize bu süreçte nasıl davrandığımızla ilgilidir.

Bir ilişkinin bitimini kabullenebilmek, ve bundan vazgeçebilmek, önceki yaşadığımız ayrılıklara verdiğimiz tepkiler ve bir sonraki adımı atmaya ne kadar istekli olduğumuzla doğru orantılıdır. Yas sürecini tamamlayıp hayatımıza devam edebilmeye ne kadar istekliysek, ve bu bitişle ilgili olan korkularımız ve kaygılarımızla yas süreci boyunca ne kadar sağlıklı yüzleşebilirsek, bu süreci atlatmamız o kadar kolay olacaktır.

22 Aralık 2010 Çarşamba

ILISKILERDE MAHSERIN DORT ATLISI


Evlilik ve boşanma araştırmalarının duayenleri Dr. John ve Julie Gottman, evli çiftlerin birbirleriyle iletişim halinde olduklari 10 dakikalik bir video izleyerek, yeni evli çiftlerin gelecek 6 sene içinde evli kalacağını ya da bosanacağını %91 gibi bir basarı oranıyla tahmin edebiliyorlar. Peki Gottman'lar evliliğin devam edip etmeyeceğini nasıl bu kadar yüksek bir oranla tahmin edebiliyorlar?

35 yılı aşkın bir suredir yürüttükleri araştırmalara göre evliliğin mutlu gitmesini sağlayan en önemli faktor eşlerin birbirlerinin etkisini kabul edebilmeleri. Araştırmalara göre kadınlar eşlerinin taleplerini karşılamakta daha başarılı ve daha yapıcı bir tutum sergilerken, erkekler eşlerinin taleplerini kabul etmekte ve degismekte daha cok sikinti yasamaktadirlar. Kadinlar evlilikle ilgili sorunlarini ve eşlerinden beklentilerini daha cok ortaya koymakta ve bu konuda tartışmak ve cözüm üretmek konusunda daha istekli görünmekteler. Eşlerinin bu taleplerini dikkate alan ve kendilerini bu anlamda esnetebilen erkeklerin evlilikleri, diğerlerine oranla daha uzun sürmekte ve daha mutlu bir birliktelik yasamaktalar.

Gottman'lar evliliklerde yasanan problemlerin ya da çatısmaların asıl sorun olmadığını, her evlilikte yaşanabilecek bu tür anlaşmazlıkların evliliği yıkmadığını göstermektedir. Asıl önemli olan, yaşanan sorunlarla nasıl başa çıkıldığıdır. Eşlerin tartışmalar sırasında yaşadığı öfke, kızgınlık, kırgınlık gibi duygularin aslında evliliği bitirici etmenler olmadığı, bunlardan ziyade Gottman'ların "Mahşerin 4 Atlısı" diye tabir ettigi tartışma sırasında eşlerin sahip olduğu 4 tutumun evliliğin bitimine yol açtığı görülmüstür. Bu tutumlar aşağılama, eleştiri,sürekli savunma halinde olma, ve duvar örme/uzaklasma olarak adlandırılabilir.

Tartışmalar sırasında ya da sonrasında bu tutumları takınan çiftlerin boşanma oranının diğer çiftlere nazaran çok daha fazla olduğunu görülmüştür. Çiftler, eğer bu özelliklerini değiştirebilirse tartışmalar yıkıcı olmak yerine yapıcı olabilir ve ilişkiyi eskisine gore daha da guclendirebilir.

Aşağılama

Iliskilerde ciftler arasinda yasanabilecek en olumsuz ve yikici duygu aşağılamadir. Eğer ilişkide aşağılama varsa, ilişkiyi kurtarmak neredeyse imkansız. Saygı olmayınca, ilişkinin temeli oldukca zayiflar. Aşağılama kişinin direk kimliğine ve var oluşuna zarar verir. Asagilamada verilen mesaj sudur: sen sadece ilişkimizde kötü değilsin, sen tek başına ve bir insan olarak da kötüsün. Bu durumda çiftler ayrılsa bile, kişinin özgüvenine verilen zarar yıllarca etkisini sürdürebilir.




Eleştiri
Eleştiri, karsimizdakinde sürekli hata bulma ve yargılama davranışıdir. Elestiri, yapilis sekline bagli olarak kisiler ve iliskiler uzerinde yapici ya da yikici etkileri olabilen bir davranistir. Yikici elestiriler, ciftlerin birbirlerinin davranışlarından ziyade, karakter ve kişilik ozelliklerini eleştirmeleridir. Bu tur elestirilere maruz kalan kisiler kendilerinde bir sorun olduğunu düşünüyor ve ilişkiden kendilerini kurtarmanın yollarını arıyor.Kendisinin takdir edilmediği ortamlardan uzaklaşıp, takdir edildiği ortamlara gitme ihtiyaci hissediyorlar. Bu kisiler kendilerini iliskinin icinde ya da hayatinin diger alanlarinda işe yaramaz hissediyor.




Savunma

Ayrılığı getiren diğer bir davranış da çiftlerin karşı tarafı anlamaya çalışmadan, sürekli kendilerini savunmasıdir. Her davranışa bahane bulmak, kendi davranışlarını sürekli rasyonelleştirmek, karşı taraf fikrini söylediğinde “sen bunu daha çok yapıyorsun” deyip oku ona çevirmek, karşı tarafı dinlemeden kendi fikrini söylemek savunma davranışları arasında yer alir.


Duvar Örme

Duvar örme, tehlikesiz gibi görünmese de ciftlerin iliskilerine en cok zarar veren davranislardan bir tanesidir. Eslerden biri endişesini dile getirdigi zaman, diger es bunu tamamen yok sayıyor ya da konuyu başka tarafa çeviriyorsa, bu esin diger ese duygusal ve fiziksel anlamda bir duvar ormesidir. Bu davranis ihtiyacini ya da endisesini dile getiren cifte verilmis bir “sen değersizsin” mesajıdir.



Gottman Cift Terapisi, ciftlere birbirleriyle iletisim kurarken ve varolan catismalari cozerken "Mahserin 4 Atlisi" yerine kullanabilecekleri cesitli panzehirler onermekte. Yukarida belirtilen dort davranisi birbirine yapan ciftlerin evlilikten aldiklari doyumun oldukca az, ve bosanma oranlarinin oldukca yuksek oldugunu belirten Gottman'lar, iliskilerde mumkun olundugunca bu dort davranis biciminden kacinmak gerektigini belirtmekte. Ciftler mutlu ve uzun iliskiler ve evlilikler icin, asagilama, elestiri, savunma ve duvar ormeden uzak durmali ve bunun yerine daha olumlu ve yapici problem cozme ve iletisim becerileri gelistirmelidir.

Referanslar
Gottman, J.& Siver, N.(1999).The Seven Principles for Making Marriage Work: A Practical Guide from the Country's Foremost Relationship Expert.

GOTTMAN ENSTITUSU VE PSIKOLOJI ISTANBUL ISBIRLIGI ILE










Gottman Enstitüsü ve Psikoloji Istanbul


35 yılı aşkın süredir, 3000'in üzerinde çiftle araştırmalar yapan Gottman'lar, mutlu evliliğin sırlarını ve boşanmanın çeşitli tekniklerle önlenebilir olduğunu bilimsel olarak kanıtlamış ve aynı araştırmalardan yola çıkarak özel bir teknik geliştirmişlerdir. Ülkemiz uzmanları ile bu bilgi birikimini paylaşmalarını sağlamak amacıyla Psikoloji İstanbul ve Gottman Enstitüsü işbirliği halindedir. 2010 yılında bu işbirliği kapsamında İstanbul'a gelen Gottman çifti, 6 Ekim 2010'da yetişkinlere 9-10 Ekim tarihleri arasında ise ruh sağlığı uzmanlarına yönelik özel eğitimler gerçekleştirmiştir.


Uzmanların eğitildiği ve sınırlı sayıda yetişkinin de Gottman'larla birebir etkileşim kurarak sorularını yöneltme şansına sahip olduğu bu organizasyonlar, 2011 yılında da devam edecektir.

Psikoloji Istanbul, Turkiye'de bunyesinde Gottman Cift Terapisi Egitimleri'nin 3 duzeyini de tamamlamis ve sertifikali Gottman Cift Terapisti olmaya hak kazanmis terapistleri barindiran tek danismanlik merkezidir.



Gottman'ların 2011 yılında İstanbul'da gerçekleştireceği eğitimler ile ilgili ayrintili bilgi edinebilmek ve Gottman Cift terapistlerinden danismanlik almak icin 0212 233 28 38 nolu telefondan Psikoloji Istanbul'a ulaşabilirsiniz.



Bu yazi http://www.gottmanciftterapisi.com/ adli siteden alinmistir.

EVLILIK VE ILISKI GURULARI JOHN VE JULIE GOTTMAN KIMDIR?


JOHN GOTTMAN

John Gottman, evlilik uyumu ve boşanma başta olmak üzere, duygular, fizyoloji ve iletişim alanlarında yaptığı çalışmalarla dünyaca ünlü bir profesördür. Psychotherapy Networker tarafından son 25 yılın En İlham Verici İlk 10 Terapisti arasında da gösterilen John Gottman, dünyada çift terapisi alanında en kapsamlı ve geçerli araştırmaları gerçekleştiren kişidir. Akademik Dergilerde 190 bilimsel makalesi yayınlanmış olan Gottman, evlilik ve çift terapisi ile ilgili 40 adet kitap yazmıştır. Türkçeye çevrilmiş olan 3 kitabı bulunan Gottman'ın "Evliliği Sürdürmenin 7 İlkesi" (Seven Priciples For Making Marriage Work) adlı kitabı en çok satan kitap olmuştur (NY Times). John Gottman aynı zamanda, ebeveynliğe yeni adım atan çiftler ve aile içi şiddeti önleme/tedavi etme konularında programlar geliştiren İlişki Araştırma Enstitüsü'nün genel yönetmenidir.





JULIE GOTTMAN
Julie Schwartz Gottman, saygın bir klinik psikolog ve eğitmen olan profesör Julie Gottman, geçtiğimiz yıl içinde Washington State tarafından Yılın Psikologu seçilmiştir. Yoksullukla başa çıkmaya çalışan çiftlere özel olarak geliştirilen Loving Couples, Loving Children programının yaratıcısı ve Klinik Şefi olan Gottman, aynı zamanda aile içi şiddeti önlemede etkin bir terapötik modelin de yaratıcılarından biridir. Çift terapisi ve evlilik doyumu ile ilgili üç kitabı bulunan Gottman, çiftlerle, istismar, travma mağdurları, madde bağımlıları ve eşleri ile çalışmakta aynı zamanda kanserli hastalar ve aileleri ile psikoterapi yapmaktadır.


Bu yazi www.gottmanciftterapisi.com adresinden alinmistir.

GOTTMAN CIFT TERAPISI NEDIR?

“İlişkileri yoluna koymak aslında şaşırtıcı bir şekilde kolaydır. Mutlu ilişkileri sürdürmeyi başaran çiftler, günlük hayatlarında, birbirleri hakkındaki olumsuz duygu ve düşüncelerin olumlu olanları etkilemesine izin vermeyen çiftlerdir. Bu çiftler, birbirlerinin umutlarını ve isteklerini destekleyen birlikteliklerini ortak bir amaç üzerine beraberce inşa eden çiftlerdir.” - Dr. John Gottman

Gottman Çift Terapisi Nedir?

Çift Terapisinde Gottman Yöntemi, Dr. John Gottman’ın 1970’de başlayan ve bugüne kadar devam eden bilimsel araştırmalarına dayanmaktadır. Bu araştırmalar, dünyada çiftlerle yapılan ilk ve en kapsamlı araştırmalar olma özelliği taşımaktadır.
35 yıldır devam eden araştırmalara dayanan ve çift terapisinin duayenleri John ve Julie Gottman tarafından geliştirilmiş olan Gottman Yöntemi, çiftler ve ilişkiler konusunda dünyada etkinliği ve geçerliliği kanıtlanmış en kapsamlı terapi yöntemidir.

Bu yöntem çiftlere ilişkideki arkadaşlığı ve yakınlığı derinleştirmede gerekli olan özgün becerileri öğretmeye yardım etmek için oluşturulmuştur. Çatışmaların üretken biçimde yönetilmesini sağlamak için, “çözülebilir sorunları” ele almak ve “çıkmaza girmiş” (veya daimi) konular hakkında diyalog oluşturmak için yöntemler sunmaktadır.
Gottman Çift Terapisi ile ilgili daha ayrıntılı bilgiye ulaşmak ve çift olarak destek almak için Psikoloji İstanbul'a başvurabilir, 0212 233 28 38 nolu telefondan bize ulaşabilirsiniz.
Bu yazi http://www.gottmanciftterapisi.com adresinden alinmistir.

21 Aralık 2010 Salı

Cocukluk Cagi Travmalari, Aldatma Egilimi, Kiskanclik ve Baglanma Uzerine Bir Arastirma


Psikoloji Istanbul psikologlarindan Uzm. Psk. Cigdem Yumbul, Psk.Seyma Cavusoglu ve Psk Birgul Geyimci'nin yuruttugu arastirmada cocukluk cagi travmalarinin aldatma egilimi, kiskanclik ve baglanma uzerindeki etkisi incenledi. Yapilan arastirma, cocukluk caginda yasadigimiz fiziksel, duygusal, cinsel istismar ve fiziksel ve duygusal ihmalin, yetiskinlikte romantik iliskilerimizde kurdugumuz baglanma stillerini ve aldatma egilimimizi etkiledigini ortaya koymustur. Calismadaki ilginc bir bulgu da cocukluk cagi travmalarimizin kiskancligi etkilemedigi yonundeki bulgudur.


Bu Arastirmadan Neler Ogrendik?


1) Egitim seviyesi dusuk katilimcilarin, cocukluklarinda daha cok travmaya maruz kaldiklarini

2) Cocukluk caginda ne kadar cok travmaya maruz kalinirsa, yetiskinlikte bu kisilerin eslerini aldatma egiliminin o kadar fazla olacagini

3) Cocukluk cagi travmalarinin, baglanma stillerine gore farklilik gosterdigini (Baglanma stilleri hakkinda daha fazla bilgi icin lutfen "Baglanma Sorunlari ve Issiz Adam Fenomeni" adli yaziyi okuyunuz)

4) Guvensiz baglanmaya sahip bireylerin, guvenli baglanmaya sahip olanlara oranla, cocukluklarinda cok daha fazla istismara ve ihmale maruz kaldigini

5) Kisiler cocuklukta ne kadar fazla fiziksel ihmale (cocugun kirli giysilerle dolasmasi, yeterli yiyecek bulamamasi gibi) maruz kalirlarsa, yetiskinlikte duygusal iliskilerinde o oranda Kayitsiz/Kacingan baglanma gelistireceklerini

6) Cocukluk caginda yasanilan istismar ve ihmalin, ileride kisilerin romantik iliskilerini ve evliliklerini etkileyebilecegini, ve aldatma egiliminin artmasina yol acabilecegini


Cocukluk caginda yasanan travmalar, ozellikle aile bireyleri tarafindan yapilan istismar ve ihmal, ileride kisilerin romantik iliskiler kurmasini zorlastirmakta, karsilarindaki kisiye guven, baglilik ve sadakat duymasini guclestirmektedir. Gecmiste yasanan bu travmalar, cesitli terapi teknikleri ve guvenli bir sosyal destek agi olusturularak cozumlenebilmekte ve kisiler hayatlarina bu travmalarin golgesi olmadan devam edebilmektedir.


Bu arastirma Nisan 2010 tarihinde World Conference of Psychology, Counseling and Guidance' da sunulmus ve Procedia Social and Behavioral Sciences Dergisinde yayinlanmistir.


Arastirma hakkinda daha fazla bilgi ve sorulariniz icin: blogpsikolojiktravma@gmail

13 Aralık 2010 Pazartesi

HERKES MI ALDATIR?

Aldatılma hepimizin hayatının bir döneminde deneyimlediğimiz, bizi duygusal anlamda yaralayan, öfkelendiren ve acı veren bir duygudur. Arkadaşlarınız, aileniz veya değer verdiğiniz, sevdiğiniz biri tarafından aldatıldığınız, yani ihanete uğradığınız zamanları ve o dönemlerde neler hissettiğinizi hatırlayın. Bu süreçte acı, mutsuzluk, umutsuzluk, yoğun endişe, kendini suçlama, kabullenememe ve inkâr gibi birbirini takip eden karmaşık ve yoğun duygular yaşarız.
Peki, aldatma tekeşli bir ilişkide ya da evlilikte eşlerden birinin başka biriyle duygusal ya da cinsel bir birliktelik yaşaması şeklinde yaşandığında neler hissederiz? "Herkes mi Aldatır?" filmi kadın erkek ilişkilerinde aldatmayı ele alan, aldatma olgusunu hem aldatan, hem de aldatılan acısından inceleyen, aklımızda aldatmayla ilgili oluşmuş mitlere parmak basan ve bunların doğruluğunu sorgulayan bir film.

Film eşini devamlı aldatan bir erkekle, eşinin ihanetlerinden sonra intikam alma duygusuyla eşini ilk kez aldatan bir kadının yaşadığı bir gecelik ilişki ve sonrasında gelişen olaylar ele alınmakta. Aldatan, aldatılanın ve aldatanların ilişki yaşadığı kişilerin gözünden aktarılan filmde aldatmayla ilgili oluşturduğumuz inanışlar, önyargılar, aldatma sonrası çiftlerin bu durumdan nasıl çıktıkları gibi konular, farklı bakış açılarıyla ele alınmakta. Filmde göze çarpan en önemli şey, kişisel deneyimlerimiz, çevremizdekilerin yaşantıları ve içinde yaşadığımız toplum tarafından aldatma ile ilgili oluşturduğumuz fikirlerimizin, inançlarımızın, önyargılarımızın ne kadar doğru ve gerçekçi olduğunun sorgulanması.


Kadın erkek ilişkileri ve aldatma üzerine geliştirilen mitler, yani yanlış inanışlar, filmde gözler önüne serilmiştir. Ana karakterlerin evlilik dışı yaşadıkları tek gecelik bir ilişki sonrasında, erkeğin kadının bekâr olduğunu düşünmesi ve evli olduğunu öğrendiğinde verdiği büyük ve hakaret niteliğindeki tepki ve gösterdiği şaşkınlık, toplumumuzun aldatma konusunda kadınlarla erkekleri ne kadar ayırdığına bir örnektir.


Toplumumuzda kadınların aldatma eğilimi olmadığı ya da her erkeğin aldattığı gibi çeşitli inanışlar olsa da araştırmalar, bu inançların birer mit olduğunu göstermekte.
Erkeklerin kadınlara göre aldatmaya daha meyilli olduğu ve kadınların çok nadir durumlarda aldattığı inancını çürüten araştırmalar erkeklerle kadınların aldatma eğilimi arasında belirgin bir fark göstermemekle birlikte, duygusal ve fiziksel aldatma oranları açısında bakıldığında belirgin bir fark ortaya koymamaktadır.
Erkeklerde cinsel sadakatsizlik daha yüksek oranda görülürken, kadınlarda duygusal sadakatsizlik daha ön plana çıkmaktadır. Filmde de aldatmada cinsiyet farklılığının bir mit olduğu vurgulanmış, karısının onu asla aldatmayacağına inanan ana karakter, eşini eski sevgilisiyle yakalamıştır. Filmdeki ana kadın karakter, koca tarafından sürekli aldatılan, boşanmak yerine evliliğini kurtarmak için çabalayan, fakat sonunda intikam ve hırsla bir gece kocasını aldatan biri olarak çizilmiştir. Filmdeki ana erkek karakter ise, eşini devamlı aldatmasına rağmen, ondan ve evliliğinden ne kadar mutlu olduğunu, eşine ne kadar değer verdiğini anlatır.

Araştırmalar filmde gördüğümüz bu cinsiyet farkını doğrular nitelikte. Uzun dönemli evlilikleri olan ve evlilik dışı ilişkiler yaşayan erkekler, evliliklerinden yüksek derecede memnun olduklarını söylerken, aldatan kadınlar evliliklerinde çok yüksek oranda mutsuz olduğunu belirtiyor. Aldatan kişiler eşlerine çok bağlı oldukları halde, başka birinden etkilenebildiklerini hatta aşık olabildiklerini söylemekte. Shirley Glass’ın araştırmalarına göre eşlerini aldatan erkeklerin %56’sı ve kadınların %34’ü evliliklerinde mutlu olduklarını belirtmişlerdir.
Dolayısıyla ilişkilerde yaşanan mutsuzluk birebir aldatma nedeni olmadığı gibi, mutlu birliktelikleri olan çiftler aldatmaz diye bir genelleme de söz konusu değildir.


Filmde gördüğümüz ve çoğumuzun aklında olan bir mit de her aldatmanın evliliği bitirdiği, böyle bir dönemin ardından kişilerin büyük bir yıkıma uğrayacağı ve atlamanın zor olacağı yönündedir. Oysaki filmde de görüldüğü gibi her çift kendi yaşadıkları ilişkinin özgün dinamikleri içerisinde, aldatmaya farklı tepkiler verebilir ve aldatma sonrası süreci farklı yaşayabilir. Aldatmanın ortaya çıkması, bazı çiftlerin ilişkilerini güçlendirirken, bazı çiftlerde ayrılığa yol açabilmektedir. Aldatma sonrası çiftlerin ilişkilerini devam ettirme kararı, ilişkinin geçmişi, kişilik yapıları ve evliliğe bağlılıkları gibi çok çeşitli değişkenlere bağlıdır.


Her aldatma durumu ilişkilerin bitmesine ve boşanmalara neden olmamaktadır. Çoğu çift aldatma durumlarında, evliliklerini bitirmek yerine, evliliklerini kurtarmak için çaba sarf etmekte ve bu durumdan çift olarak daha güçlü ve birbirine bağlı olarak çıkabilmektedir. 35 yıldır ABD'deki Washington Üniversite’sinde evlilik ve boşanma üzerine araştırmalar yapan John Gottman, boşanmaların sadece %20'sinin aldatma nedeniyle bittiğini, evliliği bitiren asil faktörün çiftlerin zamanla birbirinden uzaklaşmaları olarak göstermektedir. Eğer çiftler ilişki içinde iletişimlerini güçlendirir, problemlerini daha yapıcı yaklaşımlarla çözmeyi, aldatmanın yarattığı duygusal yaraları birlikte sarmayı öğrenirlerse, daha tatmin edici ve mutlu bir ilişki ve evliliğe kavuşabilirler.

“Herkes mi Aldatır?” adlı filmde aldatmayla ilgili oluşturduğumuz mitler, birbirini aldatan iki çiftin yaşadıkları evlilik dışı ilişkiler ve aldatmanın ortaya çıkmasıyla ilişki dinamiklerinin nasıl değiştiği yönünden anlatılmıştır. Film aldatmada kadın ve erkek faklılığı, aldatmanın sadece kötü giden evliliklerin bir sonucu olduğu, aldatma ortaya çıktıktan sonra ilişkilerin toparlanamayacağı ve aldatılan kişinin yaşadığı yıkımdan ve acıdan kurtulamayacağı gibi mitleri yıkan final sahnesiyle, aldatmayla ilgili ne kadar yanlış genellemelere sahip olduğumuzu gözler önüne sermiştir. Aldatma, hem aldatan hem de aldatılan için zorlu ve sıkıntılı bir süreçtir.
Aldatma kişileri duygusal anlamda zorlayan ve yaralayan bir durum olsa da, bireylerin veya ilişkilerin bu süreçten güçlenerek de çıkmaları mümkündür.


Eğer çift ilişkiyi devam ettirmeye karar verirse, bu süreçte yapılan olumlu yapılandırmalarla, ilişkilerini veya evliliklerini daha da sağlamlaştırabilirler. Aldatma sonrası ayrılığa karar vermiş kişiler de, bu karardan sonra yenilenme ve değişim sürecine girebilir. Aldatmayla ilgili oluşturduğumuz mitleri bir kenara bırakmak, kendi sürecimize odaklanmak, bu süreçten edindiğimiz deneyimlerden öğrenmek ve aldatmayı genellemek yerine her ilişki içinde farklı yaşanacağına inanmak, aldatılma sürecini daha kolay atlatmamıza yardımcı olur. Aldatılma her ilişkinin korkulu rüyası olsa da, bu durumla başa çıkma yöntemlerimiz bizi daha güçlü ve olumlu bireyler haline getirebilir.


Bu yazi Vatan Gazetesi'nde yer almistir.

SAYILARA TAKILMAK


10.10.2010 için neredeyse bütün otellerin balo salonu tutuldu. Düğün rezervasyonları hazır. O tarihte doğum yapmak için anneler doktorlarıyla pazarlık yapmaya başladı bile. Malum pek bir şey kalmadı. Sayılara takıntılı insanların günü geliyor. Psikologlar ise obsesyon uyarısı yapıyor.
2001 yılından beri estetik görünümlü tarihler her yıl bir kereliğine tekrarlanıyor. Kimisi bu tarihi alelade bir gün gibi geçirirken kimisi çeşitli anlamlar yüklüyor. Evlilik ya da doğumlar o tarihlere denk getiriliyor. Evet, estetik görünümlü tarihler derken neden bahsettiğimizi anlamışsınızdır. Gün, ay ve yıl olarak aynı rakamların olduğu tarihler. Ve önümüzde 10.10. 2010 var. 2007 yılında en yakın arkadaşımın 7 Temmuz’daki doğum gününde ille de havai fişek patlatmamız gerekiyor saplantısı hâlâ aklımda. Neyse ki kendimizi fazla kaptırmamıştık. Şu sıralarda birçok sohbette “10.10.2010 da geçiyor, bir 11.11.2011, bir de 12.12.2012 kaldı, acil evlenip çocuk yapmamız lazım” cümlelerine kulak misafiri olabilirsiniz. Evet, bu yıl da takvimler 10 Ekim’i gösterdiğinde birçok düğün ve doğuma şahitlik edilecek...

Sayılara anlamlar yüklemek bütün kültürlerde var olan bir şey. Psikoloji İstanbul’dan Psikolog Çiğdem Yumbul, sayılarla fiziksel obje ve canlılar arasında mistik bir ilişki olduğunu savunan bir inanış olan numerolojinin, eski Babil uygarlığından bu yana sürdüğünü söylüyor. Neredeyse her kültürde kişilerin uğurlu ya da uğursuz olarak tanımladığı sayılar, günler ya da tarihler var: “Bazı kişilerin 13 rakamını ya da tek sayıları uğursuz bulması ve özel günlerini bu tarihlere getirmek istememesi, toplumlarda yerleşmiş sayılarla ya da tarihlerle ilgili batıl inanışlara bir örnektir.”
Yumbul, insanların evlilik ya da doğum gibi önemli olayları uğur getireceğine inandıkları bir tarihe denk getirmelerinin bir yere kadar kabul edilebilir ve normal olduğunu söylüyor. Kendisi ve çevresindekilerin hayatını zora sokmayacak bir şekilde yaşanması şartıyla tabii. Bu durum eğer günlük hayatın işleyişini bozarsa tehlikeye dönüşebileceğini de ekliyor: “Batıl inanışlar normal hayatımızın bir parçası olmaktan çıkıp, kişinin ve çevresindekilerin günlük işleyişini bozduğu ve kişinin psikolojisine zarar vermeye başladığı noktada obsesyon boyutunu almaya başlar. Özellikle batıl inanışların ve günlük ritüellerin güçlü bir şekilde etkili olduğu toplumlarda, bahsettiğimiz zararsız davranışların obsesyon halini alması daha da muhtemel.”

Belirli tarihlerle ilgili obsesif fikirlere sahip insanlar eğer o tarihte belli bir olay ya da davranış gerçekleşmezse başlarına kötü bir şey geleceği endişesine kapılıyor. Örneğin evliliklerinin, doğumların belirledikleri tarihte olmazsa evliliklerinin yürümeyeceği ya da doğacak bebeklerinin sağlığıyla ilgili sorunları olacağını düşünebiliyorlar. Yumbul, tarihleri önemsemekle bunu obsesyon boyutuna taşımak arasındaki çizgiye dikkat çekiyor:
“Eğer kişi belirli tarihleri ya da günleri şanslı sayıyor ve özellikle bu günlerde birtakım planlarını gerçekleştirmek istiyor, fakat gerçekleştiremediği noktada bunu kabullenip kaygılanmıyorsa zarar verici bir boyut taşımaz. Ama tersi halinde kişinin batıl inançları obsesyona kaymıştır ve bir uzmandan destek alarak hayat kalitesini ve çevresiyle ilişkilerini olumsuz etkileyebilen bu durumla başa çıkabilme yollarını öğrenmesi gerekir.”
Bu yazi 08.09.2010 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi'nde yayinlanmistir.

10 Aralık 2010 Cuma

BAGLANMA SORUNLARI VE ISSIZ ADAM FENOMENI



ISSIZ ADAM FENOMENI NEDIR?





Çağan Irmak’ın yazıp yönettiği ıssız adam filmi çıktığı günden beri çok konuşuldu. Peki, nedir bu ıssız adam fenomeni? Türk halkı neden bu filmi bu kadar sevdi ve benimsedi? Neden bu filmden çıkan erkeklerin çoğu filmdeki Alper’le kendini göğsünü gere gere özdeşleştirdi? Neden kadınların çoğu hayatlarında en az bir kez Ada olduğunu düşündü ve Alper’den nefret etti? Nereden cıktı bu adamlar? Eskiden de var mıydı bu ıssız adamlar yoksa modernleşen, batılılaşan Türkiye’nin değişen değer yargılarıyla birlikte mi ortaya çıktılar? Sadece erkekler mi “issiz” olabiliyor yoksa “issiz” kadınlar da var mı? Peki bu adamlar veya kadınlar nasıl ve neden “ıssızlaşıyor”? Böyle mutlular mı yoksa değişmeye çabalayıp değişemiyorlar mı?

Psikolojik acıdan değerlendirildiğinde Alper filmde “bağlanma” sorunu yasayan 30’lu yaslarında bir erkek portresi çiziyor. Alper’in “ıssızlığının” boyutu yaşadığı günübirlik, sadece cinsellik üzerine dayalı ilişkilerinden belli oluyor. Alper’in Ada’yla tanışması, ona aşık olması, ve ilişkisi suresince nasıl değiştiği, bağlanmayla ilgili korkuları, ve sonunda Ada’dan ayrılması ve çektiği acı, filmde çok güzel ve net bir biçimde işleniyor. Seyircinin aklında filmden çıktıktan sonra kalan sorulardan en belirgini muhakkak ki “Madem Alper Ada’yı bu kadar seviyor, peki neden ayrılıyor?” Bunun en temel nedenlerinden biri Alper’in yaşadığı “bağlanma”sorunu.

Peki nedir bu “bağlanma” olgusu? “Bağlanma” terimi İngiliz psikiyatrisi John Bowlby tarafından ortaya atılmıştır. Bowlby uzun yıllar boyunca bebeklerin, ebeveynlerine ya da onlara bakan kişilere olan bağlanma şekillerini incelemiş ve “bağlanma teorisi”nin temellerini bu gözlemleri üzerine kurmuştur. Bu gözlemler 6 ay ve 2 yas arası bebeklerin stres verici durumlarda onlara bakan kişilerle nasıl iletişim kurduklarını incelemiştir. Bebekler doğduklarında savunmasız oldukları için içgüdüsel olarak onları dış dünyadaki tehlikelerden koruyacak, onları kollayacak ve sakinleştirecek kişilerin varlığına ihtiyaç duyarlar. Bu kişiler genellikle ebeveynler ya da bebeklere bakan kişilerdir. Bebekler bu kişilere bağlanır ve bu bağlanmanın şekli, bebeğin ona stres veren durumlarda bu kişiyle ilişkisine bağlıdır. Bebeklik çağında sağlıklı bir bağlanma sekli geliştirememiş bireyler, yetişkinlikte romantik ilişkilerinde ayni bağlanma sorunlarıyla karşı karşıya gelebilirler.

Bowlby’nin ortaya attığı “bağlanma teorisi” 1980’lerin sonlarında Cindy Hazan ve Philip Shaver tarafından “yetişkinlerin romantik ilişkilerine” uyarlanmıştır. Hazan ve Shaver, yaptıkları gözlemler, çiftler arasındaki ilişkinin, çocukla ona bakan kişi arasındaki ilişkiye benzediğini ortaya koymuştur. Mesela çiftlerde, aynı bebekler gibi onları rahatsız eden bir durum olduğunda sakinleşmek ve güvende hissetmek için partnerine yakın olmayı ister. Romantik ilişkilerde çiftler birbirlerini, hayatin getirdiği zorlukları, sürprizleri, üzüntüleri, mutlulukları, fırsatları paylaşabilecek kadar birbirlerine güvenmek ister.

Romantik ilişkilerde çiftlerin birbirleriyle olan ilişkileri, bazı yönleriyle de ebeveynlerin çocuklarıyla olan ilişkilerinden ayrılır. Fakat bu iki tip ilişki, ana hatlarıyla birbirine oldukça benzemektedir. Fraley ve Shaver’ın araştırmalarına göre yetişkinlerde bağlanma, birçok yönüyle bu yetişkinlerin ebeveynleriyle kurdukları bağlanma tarzına oldukça benzemektedir. Araştırmalara göre, her iki tür bağlanma da aynı biyolojik sistem tarafından yönetilmektedir. Bireylerin ebeveynlerine bağlanma stilleriyle, partnerlerine bağlanma stillerinin çok benzer olduğu görülmüştür. Bireyler, geçmişte ebeveynleriyle deneyedimledikleri bağlanma şekillerine göre, kendilerinden ve ilişkilerinden olan beklentilerini şekillendirir. Bireylerin erken yaşlarda ebeveynleriyle veya çevrelerindekilerle yaşadıkları deneyimler, ileride onların ilişkilerinde oluşturdukları bağlanma tarzlarını etkilemektedir.

Bireyler biyolojik olarak, hayatta kalabilmek için, başkalarıyla bağ kurma ihtiyacı içinde olarak dünyaya gelirler, fakat onların ne tür bir bağlanma şekli geliştirdikleri deneyimleriyle bağlantılıdır. Ebeveynleriyle farklı bağlanma şekilleri kurarak büyümüş bireyler, ilişkilerinden de farklı beklentiler ve inançlar içinde olurlar. Bu bağlanma şekilleri, bireylerin ilişki kalitesine olumlu ya da olumsuz biçimde yansıyabilir.

Araştırmalara göre bireyler bağlanma şekilleri açısından 4 gruba ayrılabilir. Bunlar güvenli, saplantılı/kaygılı, kayıtsız/kaygılı ve korkulu/kaçıngan bağlanmadır.

Güvenli Bağlanma

Ebeveynleriyle güvenli bağlanma geliştirmiş kişiler genellikle şöyle düşünür: “Benim için başkalarını kendime duygusal anlamda yakın hissedebilmek zor değildir. Başkalarına rahatça güvenebilirim ve başkalarının da bana güvenebileceğine inanırım. Yalnız kalmaktan ya da başkalarının beni kabul etmemesi gibi endişeler taşımam”. Genellikle sıcak ve sevgi dolu bir aile ortamında büyümüş olan kişiler, ileride de partnerleriyle güvenli bağlanma geliştirirler. Bu kişiler, genellikle kendileri, partnerleri ve ilişkileri hakkında olumlu bakış açısına sahiptirler. Diğer bağlanma tarzlarına sahip kişilere nazaran güvenli bağlanma geliştirmiş kişilerin, ilişkilerinden daha fazla doyum aldıkları ve partnerlerine daha kolay uyum sağladıkları görülmüştür. Güvenli bağlanmaya sahip kişiler partnerleriyle yakınlık kurabilirken aynı zamanda bağımsızlıklarını da korumayabilmektedirler. Bu kişiler ilişkilerinde “yakınlık” ve “bağımsızlığı” dengeli bir biçimde yaşayabilmektedir.

Saplantılı/Kaygılı Bağlanma

Kaygılı bağlanma geliştirmiş kişiler partnerleriyle ya da çevresindekilerle duygusal anlamda tamamen yakın olmak ister ve genellikle diğerlerinin onların bu aşırı yakınlık isteği karşısında isteksiz olmalarından yakınırlar. Yakın ilişki kuramadıklarında rahatsız olur ve diğerlerinin onlara, onların verdiği kadar değer vermediklerinden yakınırlar. Bu kişiler partnerlerinden yüksek derecede yakınlık, onay ve hassasiyet beklerler. Zaman zaman aşırı yakınlık istekleri, onların partnerlerine bağımlı olmalarına neden olabilir. Güvenli bağlanmaya sahip bireylere nazaran, kaygılı bağlanmaya sahip kişiler kendileri hakkında daha olumsuz görüşlere sahiptirler. Partnerlerinin gözünde değersiz olduklarını düşünür ve bu yüzden devamlı kendilerini suçlarlar. Partnerleri hakkında olumsuz fikirlere sahiptirler çünkü genellikle insanların iyi niyetine güvenmezler. Bu kişiler ilişkilerinde duygularını abartılı bir şekilde belli eden, endişeli ve dürtülerini kontrol etmekte güçlük çeken bireylerdir.

Kayıtsız/Kaçıngan Bağlanma

Kayıtsız/Kaçıngan bağlanma şekline sahip kişiler yakın duygusal ilişkiler olmadan kendilerini rahat hissederler. Bu kişiler için özgürlükleri, bağımsızlıkları, kendi kendilerine yetebilmeleri, başkalarına bağımlı olmamak ve başkalarının da onlara bağımlı olmaması önemlidir. Bu kişiler yüksek derecede özgürlük arayışı içindedirler. Bu bağımsızlık isteği, çoğu zaman onların yakın duygusal ilişkilere girmekten ve bağlanmaktan kaçınmaları nedeniyle olur. Bu kişiler kendilerini, kendi kendine yetebilen ve başkalarıyla yakın kurma ihtiyacı içinde olmayan bireyler olarak tariflerler. Bu kişilerden bazıları ilişkilerin gereksiz olduğundan bile bahsedebilir. Bu kişiler partnerinden daha az derecede yakınlık talep eder ve onlar hakkında kendilerine olduğundan daha olumsuz düşüncelere sahiptirler. Araştırmalar kayıtsız/kaçıngan bağlanma tarzına sahip bireylerin duygularını yoğun bir şekilde bastırmaya çalıştıklarını ve hislerini sakladıklarını göstermiştir. Bu bireyler, reddedilme korkusunu ve durumunu yaşamamak için kendilerini çevresindekilere ve partnerlerine yaklaştırmaz, onlarla yakın ilişkiler içine girmekten kaçınırlar.
Korkulu/Kaçıngan Bağlanma
Korkulu/Kaçıngan bağlanma şekline sahip bireyler başkalarıyla duygusal anlamda yakınlık kurmakta zorlanır. Her ne kadar, çevresindekilerle ve partneriyle yakın ilişki kurmak istese de, başkalarına tam anlamıyla güvenemediği için bunu yaparken kendini rahat hissetmez. Başkalarıyla yakınlık kurarsa incinebileceğinden ve üzülebileceğinden korkar. Bu kişilerin yakın ilişkiler hakkında karmaşık duygu ve düşünceleri vardır. Bir yandan duygusal yakınlık kurma isteği içindeyken, bir yandan da bu yakınlık onları korkutur. Partnerleri ve kendileri hakkında olumsuz inançlara sahiptirler. Genellikle kendilerini değer verilmeye layık görmezler ve partnerlerine güvenmezler. Kayıtsız/kaçıngan bağlanma tarzına sahip kişiler gibi, korkulu/kaçıngan bağlanma tarzı geliştirmiş kişiler partnerlerinden daha az duygusal yakınlık bekler ve çoğunlukla duygularını bastırmayı ve saklamayı tercih ederler.

Muhakkak ki bu dört bağlanma tarzının dışında başka şekilde açıklanabilecek bağlanma şekilleri mevcuttur. Önemli olan nokta, ebeveyn ve çocuk arasında bebeklik çağında oluşan bağlanma şekillerinin, bireylerin daha sonraki ilişkilerine nasıl yansıdığını görebilmektir. “Issız Adam” filmindeki Alper karakterinin filmin sonlarına doğru Ada’dan ayrılırken bahsettiği bir cümle aslında onun neden Ada’dan ayrıldığını çok güzel bir şekilde özetlemektedir. Alper Ada’ya: “Ben kanımda bir mikropla yaşıyorum” der. Aslında Alper’in bahsettiği mikrop, onun ilişkilerde yakınlık kurmasını, insanlara güvenmesini engelleyen, birçok tek gecelik ilişki yaşamasına neden olan, ve aşık olsa bile onu ilişkiyi devam ettirebilmekten alıkoyan şeydir: yani çocukluk çağında geliştirdiği güvensiz bağlanma şeklini kendi ilişkilerine yansıtmasıdır.

Filmde Alper kayıtsız/kaçıngan bağlanma şekline sahip bir birey portresi çizmektedir.
Alper’in bağlanma şekli sadece kız arkadaşı olan Ada’yla değil, annesiyle olan ilişkisindeki mesafesi ile de gözler önüne sürülmüştür. Annesi Alper’in her zaman insanlardan uzak olduğundan, kendi kendiyle vakit geçirmekten hoşlandığından, duygularını bastırma çabasından ve sevgisini asla belli etmediğinden bahseder. Alper, ailesinin yaşadığını kasabadan İstanbul’a gelip kendine yeni bir hayat kurmuş, ve ailesini yeni hayatının çok uzağında tutmuştur. Film boyunca çalıştığı işyerindeki kişiler dışında hiçbir arkadaşı olduğunu görmüyoruz. Hiçbir zaman kendini insanlara yakınlaştırmayan, kendi kendine yaşamayı tercih eden, yüzeysel ilişkiler yaşayan Alper, güvenli bağlanma tarzına sahip Ada’nın çabası ve sevgisiyle bir süreliğine değişmiş ve duygularını bastırmayan, onları açığa vurabilen, bağlanmaktan korkmayan veya rahatsız olmayan bir birey haline bürünmüştür. Fakat sadece bir süreliğine… Daha sonra Alper yukarıda bahsettiğimiz gibi, kendisinin bile farkında olmadığı kaygı ve korkular nedeniyle Ada’dan ayrılır, sonrasında çok acı çekse de…

Peki “ıssız” adam ve kadınlar küçüklüklerinde geliştirdikleri bağlanma şekillerini ömürlerinin sonuna kadar taşımak zorundalar mıdır? Bu kişiler yetişkinlikte çevresindekilere ya da partnerlerine güvenli bir biçimde bağlanamazlar mı? Muhakkak ki bebeklik çağında ebeveynlerle (özellikle anneyle) olan ilişkiler ve ona bağlanma şekli ileride onların ilişkilerinde nasıl davranacaklarını etkileyen bir faktördür. Fakat bireyler güvensiz bağlanma tarzlarını yaşadıkları deneyimlerle değiştirip, şekillendirebilir. Güvenli bağlanmaya sahip kişilerle kurdukları ilişkilerde, ilişki içindeki durumlarını değerlendirip bunu partnerlerinin yardımıyla değiştirebilirler. Psikoterapi, güvensiz bağlanmaya sahip kişilere, bağlanma tarzlarını değiştirmelerinde önemli faydalar sağlayabilmektedir. Terapi sırasında terapist ve danışan arasında kurulan güvenli bir bağlanma, bu kişilerin güvensiz bağlanma stillerini değiştirmelerinde ilk ve en önemli adımlardan biridir. Bireyler terapi yanında, çift ve aile terapisi de, bireylere çevresindekilerle güvenli bağlanma kurmalarında, onlara değer verip güvenebilmelerinde, hem bağımsız hem de yakın ilişkiler kurabilmelerinde fayda sağlamaktadır.

Uzm. Psk. Cigdem Yumbul


UCUS FOBISI VE EMDR

UÇMA FOBİSİ OLANLARA TAKDİMİMDİR: EMDR





Kemerleri bağladık. Koltuğum da dik halde… Ellerim koltuğun kollarına yapışmış durumda. Gözlerimi kapatıyorum ama arada bakıp her şey yolunda mı diye gözden geçirmeyi de ihmal etmiyorum. İşte o mırıldanma da başladı. Son günlerde zihnimde dönüp duran şarkılardan birini mırıldanmaya başlıyorum. Ne mi yapıyorum? Aslında her gün milyonlarca insanın yaptığını yapıyorum; uçakla seyahat... Ama istatistiksel açıdan dünyanın en güvenilir ulaşım aracı olduğunu bildiğim ama kendimi bir türlü ‘uçma korkusundan’ alamadığım için her uçuş öncesinde yaşadığım ve uçuş boyunca süren korku haline giriyorum. Uçak pistte ilerlemeyebaşladıktan sonra benim göğsümün üzerine de o koyu gri yuvarlak kütle oturuveriyor. (Bunun ne olduğunu yazının ilerleyen bölümlerinde anlatacağım.) Ta ki uçağın tekerlekleri tekrar pistle buluşuncaya dek, o kitle de oradan gitmiyor. İşte benim uçak fobimin en kaba tarifi böyle… Uçmaktan korkuyor(d)um. Ama 1987 yılında Amerikalı psikolog Francine Shapiro tarafından keşfedilen bir psikoterapi tekniği olan EMDR (Göz hareketleriyle duyarsızlaştırma ve yeniden işleme) ile tanışınca bu korkudan kurtulmanın mümkün olduğunu gördüm. Doktora teziyle uğraştığı sırada, istemli göz hareketleriyle birlikte rahatsız edici düşünceleri düşündüğünde, bu düşüncelerin yarattığı olumsuz hislerin azaldığını görmüş Shapiro. Bu keşfinin etkinliğini araştırmak adına Travma Sonrası Stres Bozukluğu olan Vietnam gazileriyle, tecavüz ve cinsel istismar mağdurlarıyla araştırmalar yapmış. Bu araştırmalar sonucunda göz hareketleriyle duyarsızlaştırmanın (EMD) travmatik yaşantıların olumsuz etkilerini anlamlı derecede azalttığını görmüş. Araştırmalarına devam eden Shapiro, EMD’yi uyguladığı danışanların ve EMD’yi uygulayan diğer klinisyenlerin verdiği geribildirimler çerçevesinde, terapi sonrası hastalarda travmatik yaşantıyla ilgili oluşan içgörü ve bilişsel değişiklikleri de ekleyerek, EMD tekniğini geliştirerek bugün kullanılan şeklini vermiş: EMDR.

BİLGİ İŞLEME TEORİSİ

Shapiro EMDR’nin işleyişini ve etkinliğini açıklamak adına “Bilgi İşleme Teorisi” adını verdiği bir teori ortaya çıkarmış. Bu teoriye göre bütün insanların fizyolojik bazlı bir bilgi işleme sistemi var. Bu sistem, bizim deneyimlerimizi ve anılarımızı en ulaşılabilen ve en etkin şekilde işlememizi sağlıyor. Anılarımız, onlarla ilgili düşünceler, görüntüler, duygular ve hisler şeklinde depolanıyor. Öğrenme süreci, yeni bilgilerin, hafızamızda halihazırda bulunan eski bilgilerle bağlantıya geçebilmesiyle olur. Çok olumsuz ya da travmatik bir olay yaşandığında, bu olaya bağlı oluşan olumsuz duygular ya da disosiyasyon, bilgi işleme sürecine müdahale ediyor ve bu işlemin yarıda kalmasına sebep oluyor. Böylece travmatik anının, hafızanın diğer kısımlarında tutulan diğer bilgilerle bağlantısı kopmuş oluyor. Mesela bir tecavüz mağduru, yaşadığı olayın tecavüzcünün suçu olduğu bilir, fakat bu bilgiyle, travma sonrası oluşan kendini suçlama hissi bağlantıya geçemediği için saldırının kendi suçu olduğunu düşünmeye devam eder. Bir kişi yaşadığı travmayı düşünürken ya da bu travmatik anı benzer durumlarda ya da ortamlarda tetiklendiğinde, o olayı tekrar yaşadığını hissedebilir. Travmatik olay sırasında ortaya çıkan güçlü olumsuz fiziksel ve duygusal tepkileri, sadece olay aklına geldiğinde bile gösterebilir.
Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) semptomları olan travmayla ilgili zorlayıcı ve aniden araya giren düşünceler, duygusal rahatsızlık ve kendiyle ilgili olumsuz inançlar, travmatik anının düzgün bir biçimde işlenememesinden kaynaklanmaktadır. Shapiro EMDR’ın, işlenme süreci yarıda kalan travmatik anıları sağlıklı bir biçimde işleyerek, bu anıya bağlı ortaya çıkan rahatsızlıkların giderilmesini sağladığını belirtiyor. Bilgi İşleme süreci, travmatik anının zihinde uyumlu bir biçimde saklanmasını sağlıyor. Bu sürecin akabinde travmatik deneyim, uygun duygular, hisler ve kişisel inançlarla birlikte kodlanıyor ve kişinin bu anıya atfettiği olumsuz düşünce ve duyguların olumlu bir şekilde kodlanması sağlanıyor.

EMDR’NİN 8 ADIMI VE BEN
Biraz teknik bilgiye ara verelim ve benim EMDR öyküme dönelim. Ben bireylere, ailelere, çiftlere ve kurumlara eğitim ve danışmanlık hizmetleri veren Psikoloji İstanbul Danışmanlık, Eğitim ve Araştırma Merkezi’ne giderek uçak fobim konusunda yardım istedim. Kurum bünyesinde görev yapan Uzman Psikolog Çiğdem Yumbul, benim danışmanım oldu ve uçak korkumu yenmek için birlikte seanslar yaptık. EMDR çeşitli psikoterapi yaklaşımlarını bünyesinde barındıran (psikodinamik, bilişsel-davranışçı, deneysel, beden-odaklı) kapsamlı ve bütünleyici bir psikoterapi tekniği… EMDR’nin yapılandırılmış bir protokolünün olması, tedavinin etkinliğini oldukça artırıyor. Bu protokol, travmanın yol açtığı olumsuz duygu, inanç ve beden duyumlarına karşı duyarsızlaştıran ve olumlu bir şekilde yeniden işlenmesini sağlayan 8 adımdan oluşuyor. Teknik sırasında göz hareketleriyle, seslerle ya da bedende yapılan küçük dokunuşlarla çift uyarım sağlanıyor. Çiğdem Yumbul’la benim kullandığımız metod göz hareketleriydi. Bu uyarım sırasında geçmiş anılarına, o anıları tetikleyen bugün yaşadığım olaylara ve gelecekte yaşamak istediğim olumlu deneyimlere gittik.
İlk adım danışanın geçmişiyle ilgili bilgi almaktı. Yumbul, benim EMDR için uygunluğumu analiz etti, uygun tedavi planı çıkardı ve EMDR’la çalışılacak olay belirlendi. Biz her seansın başında size yazının girişinde bahsettiğim ‘uçak kalkış anına’ döndük. Korkumu tanımlayan gri kütlenin her seansta nasıl göründüğüne baktık. EMDR’la ilk tanıştığım seansla bitiş anına kadar o gri kütlenin çözülüp dağıldığına tanık olduk. Yumbul, EMDR sürecini bana açıkladıktan ve benden onay aldıktan sonra beraber, seanslar süresince ve/veya sonrasında beni rahatlatacak bir ‘güvenli yer’ belirledik. 3-6 adımlarında EMDR ile çalışılacak anı belirlendi ve EMDR prosedürü kullanılarak işlemeye başladık. Göz hareketleriyle uçak korkumun altında yatan anıyı en iyi anlatan resmi seçtik. Çok garip ama yıllar önce daha çok küçükken denizde geçirdiğim bir boğulma tehlikesi, benim tüm ‘ölüm’ korkumun ve dolayısıyla uçak korkumun altında yatan ‘resim’ olarak beliriverdi. Aslında hatırlamadığımı sandığım olay üzerinde çalıştık ve o resimle ilgili duyguları, 0 ile 10 arasında rahatsızlık derecesi ve bu resmi düşündüğümde bedenimde oluşan sıkıntıları belirledikten sonra bir sonraki adım olan duyarsızlaştırmaya geçtik. Yani o anının yarattığı sıkıntılardan kurtulma bölümüne…

Duyarsızlaştırma aşamasında zihnimde beliren ‘o’ resmi, resme baktığımda düşündüğüm olumsuz inancı, duygularımı, bedenimde yaşadığım sıkıntıyı düşünerek Yumbul’un yaptığı çift taraflı uyarıma (göz hareketleri, ses ya da küçük dokunuşlara) odaklandım. Yerleştirme
aşamasında kendimle ilgili belirlediğim olumlu inanç, çift taraflı uyarımla yerleştirildi. Beden tarama aşamasında beni rahatsız eden resmi düşünüp bedenimi taradım ve bedenimde herhangi bir rahatsızlık olup olmadığını belirledik. (Hani o anı düşündüğümde başlarda göğsüme oturan ağırlık, zor nefes alma hali vardı ya, işte o…) Bedensel rahatsızlıklar çift taraflı uyarım kullanılarak duyarsızlaştırıldı ve yeniden işlenerek giderildi.
GELDİK KAPANIŞA…

Kapanış aşamasında Yumbul, benden bir sonraki seansa kadar çalışılan resimle ilgili ortaya çıkan duygu, görüntü ya da bedensel duyumları not etmemi istedi ve bu gibi durumlarla başa çıkabilmek için çeşitli rahatlama egzersizleri gösterdi. Sonrasında da değerlendirmeler yaptık ve değişimleri inceledik. EMDR seanslarından sonra gözlemlediğim en önemli durum, bende oluşan ölüm korkusuna yönelik duygusal rahatsızlığın önemli ölçüde azalması oldu. Elbette bu durum ‘daha rahat’ yaşamam için ilk adımı oluşturdu. Artık uçma fikri beni eskisi kadar rahatsız etmiyor. Ölüm korkusu ise daha rahat baş edebildiğim bir durum… Meğer ne büyük bir yük taşıyormuşum.

Eh, artık rahat bir nefes aldım. İyi uçuşlar.



Yazi: Asli Caner

Bu yazi Gate Dergisi Eylul 2009 sayisinda yayinlanmistir.

24 Mart 2010 Çarşamba

Psikolojik Travma ve EMDR

EMDR Nedir?

EMDR (Göz hareketleriyle duyarsızlaştırma ve yeniden işleme) 1987 yılında Amerikalı psikolog Francine Shapiro tarafından keşfedilen bir psikoterapi tekniğidir. Doktora teziyle uğraştığı sırada, istemli göz hareketleriyle birlikte rahatsız edici düşünceleri düşündüğünde, bu düşüncelerin yarattığı olumsuz hislerin azaldığını gören Shapiro, bu keşfinin etkinliğini araştırmak adına Travma Sonrası Stres Bozukluğu olan Vietnam gazileriyle, tecavüz ve cinsel istismar mağdurlarıyla araştırmalar yapmıştır.

Bu araştırmalar sonucunda göz hareketleriyle duyarsızlaştırmanın (EMD) travmatik yaşantıların olumsuz etkilerini anlamlı derecede azalttığını görmüştür.
Araştırmalarına devam eden Shapiro, göz hareketleriyle duyarsızlaştırma (EMD) uyguladığı danışanların ve EMD’yi uygulayan diğer klinisyenlerin verdiği geribildirimler çerçevesinde, terapi sonrası hastalarda travmatik yaşantıyla ilgili oluşan içgörü ve bilişsel değişiklikleri de ekleyerek, EMD tekniğini geliştirerek bugün kullanılan şeklini vermiştir (EMDR). Shapiro EMDR’nin işleyişini ve etkinliğini açıklamak adına “Bilgi İşleme Teorisi” adını verdiği bir teori ortaya çıkarmıştır. Bu teoriye göre bütün insanların fizyolojik bazlı bir bilgi işleme sistemi vardır.

Bu sistem, bizim deneyimlerimizi ve anılarımızı onlara ulaşarak en etkin şekilde işlememizi sağlar. Anılarımız, zihinde onlarla ilgili düşünceler, görüntüler, duygular ve hisler şeklinde depolanır. Öğrenme süreci, yeni bilgilerin, hafızamızda hali hazırda bulunan eski bilgilerle bağlantıya geçebilmesiyle olur. Çok olumsuz ya da travmatik bir olay yaşandığında, bu olaya bağlı oluşan olumsuz duygular, bilgi işleme sürecine müdahale etmekte ve bu işlemin yarıda kalmasına sebep olmaktadır. Böylece travmatik anının, hafızanın diğer kısımlarında tutulan diğer bilgilerle bağlantısı kopmuş olur.

Mesela bir tecavüz mağduru, yaşadığı olayın tecavüzcünün suçu olduğu bilir, fakat bu bilgiyle, travma sonrası oluşan kendini suçlama hissi bağlantıya geçemediği için saldırının kendi suçu olduğunu düşünmeye devam eder. Bir kişi yaşadığı travmayı düşünürken, ya da bu travmatik anı benzer durumlarda ya da ortamlarda tetiklendiğinde, o olayı tekrar yaşadığını hissedebilir. Travmatik olay sırasında ortaya çıkan güçlü olumsuz fiziksel ve duygusal tepkileri sadece olay aklına geldiğinde bile gösterebilir. Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) semptomları olan travmayla ilgili zorlayıcı ve aniden araya giren düşünceler, duygusal rahatsızlık ve kendiyle ilgili olumsuz inançlar, travmatik anının düzgün bir biçimde işlenememesinden kaynaklanmaktadır.

Shapiro EMDR’ın, işlenme süreci yarıda kalan travmatik anıları sağlıklı bir biçimde işleyerek, bu anıya bağlı ortaya çıkan rahatsızlıkların giderilmesini sağladığını belirtmiştir. Bilgi İşleme süreci, travmatik anının zihinde uyumlu bir biçimde saklanmasını sağlamaktadır.

Bu sürecin devamında travmatik deneyim, uygun duygular, hisler ve kişisel inançlarla birlikte kodlanmakta ve kişinin bu anıya atfettiği olumsuz düşünce ve duyguların olumlu bir şekilde kodlanması sağlanmaktadır.

EMDR çeşitli psikoterapi yaklaşımlarını bünyesinde barındıran (psikodinamik, bilişsel-davranışçı, deneysel, beden-odaklı) kapsamlı ve bütünleyici bir psikoterapi tekniğidir. EMDR’nin yapılandırılmış bir protokolünün olması, tedavinin etkinliğini oldukça arttırmaktadır. Bu protokol, travmanın yol açtığı olumsuz duygu, inanç ve beden duyumlarına karşı duyarsızlaştıran ve olumlu bir şekilde yeniden işlenmesini sağlayan 8 adımdan oluşmaktadır.

Teknik sırasında göz hareketleriyle, seslerle ya da bedende yapılan küçük dokunuşlarla çift taraflı (beynin sağ ve sol tarafı) uyarım sağlanır. Bu uyarım sırasında danışan geçmiş anılarına, o anıları tetikleyen bugün yaşadığı olaylara, ve gelecekte yaşamak istediği olumlu deneyimlere gider.

Bu süreç boyunca danışan içgörü kazanmak, anılarda değişim yaşamayı, ya da yeni bağlantılar kurmayı deneyimleyebilir.




EMDR’nın Sekiz Adımı

1) İlk adım danışanın geçmişiyle ilgili bilgi almaktır. Terapist danışanın EMDR için uygunluğunu analiz eder, uygun bir tedavi planı çıkarır ve EMDR’la çalışılacak olay belirlenir.

2) Terapist danışana EMDR sürecini açıklar ve danışandan onay alır. Terapist danışanla beraber, seanslar süresince ve/veya sonrasında onu rahatlatacak bir “güvenli yer” belirler.

3) 3-6 adımlarında EMDR ile çalışılacak anı belirlenir ve EMDR prosedürü kullanılarak işlenmeye başlanır. Danışan çalışmak istediği anıyı en iyi anlatan resmi seçer ve bu resme baktığında kendisiyle ilgili düşündüğü olumsuz inancı belirler. Bu olumsuz inancın yerine o resme baktığında kendisiyle ilgili neye inanmak istediği belirlenir ve su anda resme baktığında kendisiyle ilgili olumlu inancın ne kadar geçerli olduğunu 1 ile 7 arasında değerlendirir. O resimle ilgili duyguları, 0 ile 10 arasında rahatsızlık derecesi ve bu resmi düşündüğünde bedeninde oluşan sıkıntıları belirledikten sonra bir sonraki adım olan duyarsızlaştırmaya geçir.

4) Duyarsızlaştırma aşamasında danışan çalışmak istediği resmi, bu resme baktığında kendisiyle ilgili düşündüğü olumsuz inancı, duygularını, bedeninde yaşadığı sıkıntıyı düşünerek terapistin yaptığı çift taraflı uyarıma (göz hareketleri, ses ya da küçük dokunuşlara) odaklanır.

5) Yerleştirme aşamasında danışanın kendisiyle ilgili belirlediği olumlu inanç çift taraflı uyarımla yerleştirilir.

6) Beden tarama aşamasında danışan onu rahatsız eden resmi düşünüp bedenini tarar ve bedeninde herhangi bir rahatsızlık olup olmadığını belirler. Bedensel rahatsızlıklar çift taraflı uyarım kullanılarak duyarsızlaştırılır ve yeniden işlenerek giderilir.

7) Kapanış aşamasında terapist danışana bir sonraki seansa kadar çalışılan resimle ilgili ortaya çıkan duygu, görüntü ya da bedensel duyumları not etmesini belirtir ve bu gibi durumlarla başa çıkabilmesi için çeşitli rahatlama egzersizleri gösterir.

8) Bir sonraki seans değerlendirme aşamasıyla başlar. Bir öncesi seans ve daha sonrasında ortaya çıkan değişimler değerlendirilir. EMDR seanslarından sonra danışanlar genellikle çalışılan anıya bağlı duygusal rahatsızlığın ortadan kalktığını ya da büyük bir ölçüde azaldığını ve önemli bir ölçüde içgörü kazandıklarını belirtmektedirler.

Edinilen bu duygusal ve bilişsel değişiklikler, danışanların, davranışlarında ve kişisel yaşamlarında olumlu değişimlere yol açmaktadır. EMDR travma başta olmak üzere birçok psikolojik zorlukla başa çıkmada etkinliği kanıtlanmış ve geniş ölçekte kullanılan bir psikoterapi tekniğidir.

EMDR Nerelerde kullanılıyor?

EMDR travma başta olmak üzere birçok psikolojik zorlukla başa çıkmada etkinliği kanıtlanmış ve geniş ölçekte kullanılan bir psikoterapi tekniğidir. Shapiro’nun geliştirdiği standart EMDR protokolü zaman içerisinde çeşitli psikolojik rahatsızlıklarla çalışan klinisyenler tarafından geliştirilmiştir.
Yapılan çalışmalarda EMDR’ın sadece Travma Sonrası Stres Bozukluğu’nun (TSSB) tedavisinde değil, birçok değişik psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde etkinlik gösterdiği çeşitli çalışmalarla gösterilmiştir.
EMDR’ın aşağıda belirtilen psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde etkinliği, yapılan çalışmalarla desteklenmiştir.

1) Irak, Afganistan, Vietnam, Kore ve 2.Dünya Savaşı’nda savaşmış TSSB semptomları gösteren ve tedaviye dirençli askerlerle yapılan çalışmalarda EMDR seanslarından sonra danışanların TSSB’na bağlı yaşadıkları flashback’lerin (olaya geri dönme), kabusların ve diğer TSSB semptomlarının kaybolduğu görülmüştür.

2) Fobi, Panik Bozukluk ve Yaygın Kaybı Bozukluğu yaşayan kişilerin EMDR’dan sonra korkuları ve semptomlarında hızla azalma olduğunu belirtmişlerdir.

3) Suç mağdurları, polisler, itfaiyeciler ve saha çalışanları gibi saldırıya maruz kalan ve/veya işlerinin doğası gereği yoğun stres altında çalışan kişilerin, EMDR’den sonra bunlara bağlı rahatsızlıklarının kaybolduğunu belirtmişlerdir.

4) Bir yakının kaybına bağlı olarak yoğun üzüntü ve yas yaşayan kişilerin EMDR seanslarından sonra yas sürecini daha rahat atlattıkları gözlemlenmiştir.

5) Çocuklar ve ergenlerin yaşamış oldukları travmalara bağlı gelişen semptomlarında iyileşme görülmüştür.

6) Cinsel saldırı mağdurları EMDR seansları sonrasında normal hayatlarına geri dönebilmekte ve sağlıklı duygusal ilişkiler kurabildikleri görülmüştür.

7) Doğal afet veya insan eliyle oluşturulan felaket mağdurları normal hayatlarını sürdürebilmektedirler. 8) Kaza, ameliyat, ya da yanıklara maruz kalan, ve buna bağlı olarak duygusal ve fiziksel açıdan rahatsızlık duyan kişilerin EMDR seanslarından sonra üretken hayatlar yaşamaya başladıkları gözlemlenmiştir.

9) Aile, evlilik sorunları ve cinsel sorunlar yaşayan kişilerin sağlıklı ilişkiler kurabilmesini sağlamada etkili bir teknik olduğu görülmüştür.

10) Madde ve seks bağımlılığı olan kişilerin ve patolojik kumarbazların EMDR’la çalıştıktan sonra daha istikrarlı bir iyileşme süreci yaşamadığı ve bağımlılığın tekrarlama riskinin düşürülmesinde etkin olduğu görülmüştür.

11) Disosiyatif Bozukluğu olan kişilerin iyileşme sürecinin EMDR ile, geleneksel tedavi metotlarına nazaran, daha kısa sürede gerçekleştiği görülmüştür.

12) Performans kaygısı yaşayan, ya da okulda, işte, sanat ve spor dallarıyla uğraşırken eksiklik yaşayan bireylerin performansının arttırılmasında etkili bir şekilde kullanılmaktadır.

13) Somatik/Somatoform bozukluk, migren ağrısı, kronik ağrı, kronik egzama, gastrointestinal problemler, olumsuz beden imajı yaşayan kişilerin tedavisinde kullanılmaktadır.

14) Akut travma, Travma Sonrası Stres Bozukluğu ve travma bazlı kişilik sorunlarının tedavisinde bilinen en etkili psikoterapi tekniklerinden biridir.